23 Ekim 2012 Salı

Akşam çıkardığı kıyafetini sabah bulamayan, yattığı yeri anasına hazırlatıp sabah kalktığı yeri nasıl bıraktığına bile bakmadan çıkıp giden, acıktığında önüne yemek konmadıktan sonra karnını bile doyurmaktan aciz fast-food kültürlü, yemek yediği zaman çanağını bile temizlemeyen, sadakatin, cömertliğin, fedakarlığın ne ifade ettiğini hikaye kitaplarından öğrenen, kullandığı hiçbir şeyin kıymetini bilmeyen, kolay isyan eden, mızmız karakterli, erkeksi değil kadınsı duyguların daha domine olduğu karaktere sahip, sorumluluktan kaçan, yükten kaçabilmeyi maharet gibi gören, emek çekmediği başarılar yanında isminin “geleceğin ümidi” olarak geçmesinden keyif alan ama hiçbir şey yapmayan, bedel ödemeye razı olmayan, yönetmeyi sahip olmak olarak anlayan bir gençliğimiz var. Olgunlaşmamış bir ağaçtan meyve beklenmez. Omurgaları gelişmemiş eşeğe yük yüklenmez. Rüştünü neredeyse 30’unda bile ispatlayamayan bir toplum haline geldik. Biz geleceğimizi daha genç insanların eline emanet edeceğimizi söylemekle gurur duyuyoruz. Tuhaf değil mi? Bir taraftan gençlik yok oluyor diye bağırırken bir taraftan bu gençliğe emanet edilen misyona bakın. Yok oluşu hızlandırmak mı istiyoruz? Haritada ülkesinin komşularını bile bilemeyen, dünyanın gidişatına kafa yormayı gereksiz gören anlamak istemeyen ya da anlamaktan öte yorum yapmayı beceri zanneden gençliğe mi emanet edilecek gelecek. Ben Türkiye’de genç deyince en az 25 yaşın üstünü algılıyorum. 30 yaşa kadar bile şüpheli. Eğer benim toplumum Usame’nin Bizans üzerine gittiği zamanın toplumu olsa anlarım bu isteği. Eğer benim toplumum Fatih’in İstanbul’u aldığı toplum olsa anlarım bu isteği. Yavuz’un yaşadığı toplum olsa anlarım. Bizim toplumumuzun aşacağı çok duvar varken her duvarı aşmış gibi değerlendirilmesi yanlış. Gelişmemiş hücreler fonksiyonlarını yerine getiremez. Bizim ne bünyemiz ne de hücrelerimiz henüz gelişmedi. Dikkat etmek lazım emanet yüklediklerimize. Şah İsmail, Yavuz gibi Osmanlı’nın en dirayetli, ileri görüşlü, en güçlü padişahlarından birinin karşısına çıktığında yaşı daha 27 idi. 13 yaşında Tebriz’i alıyor. 14 yaşında Safevi Devletini kuruyor. 20’li yaşlarda Osmanlı’nın tabanını oymaya kalkışıyor. 27 yaşında Cihan’a gözünü dikmiş padişaha kafa tutuyor. Ne Yavuzlar, Fatihler yetiştirecek yaşama biçimimiz var ne de Şah İsmail gibi kafa tutacak öfkemiz var. Sinirlerimiz alınmış hep. Bizde gençlik dediğimiz canlı genelde şu aşamalardan geçer. (Çalışan kasimi bir nebze dışarıda bırakıyorum.) 15 yaşında çizgi filmlerin başından yeni kalkılır, 20’li yaşlara kadar karşı cinsin coğrafi haritası çıkarılır, aynı dönemde üniversite hazırlığı gibi koca bir yalnızlığın içine atılır, kazanamazsa hayata küskün kazanırsa sonrasında ne yapıp da ekmek parasını çıkaracağı düşünülür. Üniversite amacımız ya da para kazanma amacımız her şeyin önünde tutulur. 27’li yaşlar genelde üniversite sonrası bocalama dönemidir. Çalışanların ise hırslarının zirve yapıp ticaretin her türlü üç kağıdını öğrenme dönemidir. Biz bizi olgunlaştıracak hayat tecrübesinden uzağız. Yani gençlik bizde “bir varlık ortaya koyabilme” mücadelesinin adı değil, “kendi varlığına inanabilme” mücadelesinin olduğu dönemdir. 20 yaşında patron bile olabilir genç. Bunlar çok nadirdir. Bunlar genele yayılamaz. Geçmişteki örneklerim ise genele yayılabilir mi? Evet yayılabilir. Çünkü geçmişte örneğini verdiğim dönemlere bakın o dönemler adam etmeye yönelik, nitelik kazandıran, hayata hazırlayan, ahlak ve erdem sahibi kişiler yetiştiriyordu. Yaşam biçimi genç ve olgun adam yetiştiriyordu. Usame olmasaydı O’nun kıymetine yakın gençler zaten vardı. Yavuz olmasaydı O’nun hassasiyetine yakın insanlar zaten yetiştiriliyordu. Fatih için de hakeza böyledir. Sonra bu dönemlerde toplum içindeki Medreseler vardı. Buralar öylesine öğrenci kabul eden yerler değildi. Ya da anaokulu vazifesi görmüyordu. Adam yetişiyordu buralarda. Gençliğin eğitimini yükseltmeden, ahlakından razı olmadan, hayata dair beklentilerinden ümit ışığı görmeden gençlere mana yüklemeye gerek. Mana yükleyerek görev tevdi edilmez. Genç dinamiktir, atılgandır, çalışkandır genellemeleriyle kaç iş veren iş yerinin idaresine genci dahil eder. Küçük bir dükkanının bile anahtarını 20 yaşındaki işçisine güvenemediği için emanet edemiyor da sürekli kendisi dükkan açıp kapatıyor işveren. Niye? Çünkü genç beyin dumura uğramış durumda. Genç beyin tembelliği seviyor. Genç beyin görev bilincinde değil. Çünkü gencin kafa başka alemlerde. O’nun dünyası cep telefonundan dışarıya taşmıyor. Yüklenen misyon ile orantılı olması gereken bünyeler arasında ciddi bir orantısızlık var. Karşımızda ne Usame var ne Fatih var. Karşımızda, 17 yaşında kocaman adam oldu dedirtecek sağlam bir toplumumuz ve yaşama biçimimiz yok. O’nu o yaşta olgunlaştıracak ne şartlar, ne eğitimler, ne kültür ve ne de samimiyet hiç birisi yok. Onlara olgunlaştırıcı ortamları, fikirleri, imkanları, eğitimleri ve eğitmenleri üretemedikten sonra ne yapsak boş. Genç her zaman taşıyıcıdır. Ya dinamizm taşır ya da hastalık. Genç bünyedeki hastalık daha hızlı taşınır. Ne yaptığımıza dikkat etmek gerekir. Özel kaynaklar vermeyeceğim ama genelde herkesin bildiği şu iki eserin ismini vereceğim. Gençlere Şeriati’nin “İnsan’ın dört zindanını” okutmak lazım. İnsan olmak ile Beşer arasındaki farkı anlatmak lazım. Sonra da Ali Fuat Başgil’in “Gençlerle Başbaşa”sını okutup ne durumda olduklarını göstermek gerekiyor. Anlaşılırsa… Anlaşılmazsa yapacak bir şey yok demektir. Sorun gençlik ya da gençler değil sorun 50 yaşındaki koca adamı bile çocuksu hale getiren yaşam biçimimizdir. Alev Alatlı’nın dediğiyle “ön insan” aşamasını geçmeden işler zor. Çürük bir ipliğimiz var elimizde ona da hülyalar dizmeye gerek yok.